Özgeçmiş
...
500’ü aşan psikoterapi çeşidi, terapiler arasındaki sınırları giderek daha muğlak hale getiriyor. Sadece bir alanda eğitilen ve o kuramın sırlarına ve sınırlarına sonuna kadar sahip çıkan gayretkeş ve püriten taraftarlar, artık bir terapi okulundan diğerine dolaşan gezgin terapistlere yerlerini bıraktılar. Bu açıdan özel bir dönemden geçmekte olduğumuz söylenebilir. Bu süreçte çok sayıda entegratif (melez) psikoterapi denemesi ile karşılaşacağımızı tahmin etmek güç değil.
Kuramlar, formülasyon yoluyla vakaları belli başlı prototiplere ve senaryolara indirgemeyi amaçlayarak her birine müdahale reçetesi düzenlemeyi öngörürler. Bu durumda danışanın gerçeği ile aramıza bir arayüz olarak formülasyon girmiş olur.
Terapinin asıl konusu ‘ilişki’ olmasına rağmen formülasyon (hipotez) ilişkinin önüne geçerse, terapist danışanla değil kafasındaki danışan temsilcisi ile ilişki halinde demektir. Bu durumda iatrojenik bir mentalizasyon kusurundan yani kuramsal körlükten bahsederiz. Danışan ile “şimdi ve burada” doğrudan temas etmek yerine, onun adına kurduğumuz hipotezin arkasından onu izlemeye çalışırız. Böyle bir durumda terapist, rakipten gelen servisi karşılamaya çalışan bir tenisçi gibi, söylenen sözlere kuramın öngördüğü yorumu ‘çakmak’ üzere bekleyen bir teknik uygulayıcısı, yani bir psikoterapi okulunun teknikeri haline gelmiş demektir. Böyle bir tutum danışanın umutsuzluğunu besler ve danışan ile aracısız karşılaşmaktan çekinmenin bir sonucudur.
Formülasyon danışanın bireyselliğini törpüler. Danışanı akademik bir ortalamaya dönüştürür. Kuram ne kadar donuk bir yapı veya kapalı bir sistem öneriyorsa, bu dönüştürme işlemi de o kadar kaba bir indirgeme halini alır. Danışan, bireyden ‘hasta’ya indirgenir. Danışan ile değil, örneğin “boderline bir vaka” ile karşı karşıyadır terapist. Danışan odada vardır (being) fakat varoluşu (existence) terapist tarafından sansürlenmiş, çünkü nesneleştirilmiştir. Karşısında duran [1] bireyin yerini, o teşhis kategorisindeki tüm danışanları temsil eden bir ‘hastalık idesi’ almıştır. Danışan, o kategorideki ortalama bir insanda bulunan özellikleri içerir, ayrıntılar törpülenir, olağanüstülükler dışlanır. Kuramlar tamamen benzerliklere, ortaklıklara dayanan bir sınıflama getirirler, farklılıklar için yer yoktur. Tekleri dışarıda bırakır, bütün bir skalayı ortalamaya indirger. Akıl yürütme sık sık somut danışandan koparak, salt zihinsel yani spekülatif bir mahiyet kazanır.
Terapistin bu tutuma doğru çekilmesi, insanın ‘donmuş kalıplar’ı sevmesinden kaynaklanır; çünkü böyle konuşuruz. Kullandığımız kelimeler donmuş kalıplardır. Konuşma (lisan) donmuş ölü bir giysinin, yaşayan, hareketli varlığa giydirilme çabasına benzer, yani lisan, varlığı ‘işgal’ eder. Hayata dışarıdan, belki tepeden bakma denemesidir. Onu temsilen ortaya çıkmış fakat zamanla onun yerine geçmiştir. Kelimeler, soyutlama yoluyla eşyadan elde edilir, fakat sonra eşyanın yerine geçer, eşyayı temsil ederler. Rasyonalizmin temeli buna dayanır. Kavramlar arasındaki mantıksal ilişkiler yoluyla evren tasarımlanır, yani zihinde yeniden kurulur. [2]
‘Söz’ün ‘yaşantı’nın önüne geçmemesi insana bağlıdır. Fakat bazıları yaşantıyı sınırlandırmayı severler, bunu da dil ile yaparlar. Çünkü sözlerden oluşan steril bir dünyayı, böylelikle kurgusal ve öngörülebilir bir dünyayı tercih ederler. Bu tutumun temelinde öngörme isteği, dolayısıyla kaygı bulunur. Sadece kaygılı insanlar, öngörmeyi herşeyin üzerine çıkarırlar. [3] Bu çeşit insanlar, kurgusal dünyaya sızan yaşantı miktarını kontrol etmek isterler. [4] Hayat formülasyonları aştığı için, deneyim bazı insanları korkutur. Hayatı deneyimleyerek değil korkularla geçiren, korkularını öngörü ve önlem ile yatıştırmaya çalışan kişiler, öngörü (formülasyon) ve önlemlerinin geçerli olduğu çok dar bir alana (comfort zone) kendilerini sıkıştırırlar. Bu kişiler doğal olarak hayatı, yaşantıyı öngörmeye çalışan teorik yaklaşımlara daha eğilimli olacaklardır. Çünkü onlara göre gelecek çok güvensizdir ve mutlaka öngörülmelidir. [5]
Psikoterapide de, formülasyonun steril ve öngörülebilir yapısı, karmaşık ve öngörülemez olan danışanın böylece yerine geçer. Böylece terapist, danışanın bu yapısına karşı kendisini korumaya alır. Ağaç kelimesinin, tüm ağaçların bir ortalaması olması gibi, ‘borderline hasta’ da, bir kümenin prototipidir. Hayata çok değmeden, dünyaya fazla bulaşmadan dünyayı incelemek, bazılarına nasıl cazip gelirse (örneğin eski Yunanlılar), hastanın gerçekliğine fazla dokunmadan, salt formülasyonuyla muhatap olarak odada çalışmak da bazı terapistler için çok caziptir.
Klasik Batı düşünce geleneğinde, subjektif (öznel) olmanın bir defo olması ve herşeyin mümkün olduğunca objektif (nesnel) olarak dile getirilmesi gerektiğinin altının çizilmesine benzer bir kuramsal tutum da psikoterapi dünyasında gezinir. Oysa eşya ile ilişkimizin subjektif olması ve bu subjektifliğin somutla ilişkide ortada çıkması gibi, odadaki ilişkimiz de soyut formülasyon üzerinden değil, kanlı canlı somut danışan ile subjektif ilişkimizde ortaya çıkar. Psikoterapi kitapları soyut ve objektif bir dille yazılırlar, ancak odadaki danışan ise somut ve subjektiftir. Bu somut ve subjektif olanın, soyut ve objektif olana damıtılması, sorunlu bir süreç olduğu gibi, okuyan kişinin de bu soyut ve objektif olanı geri çevirerek, somut ve subjektif olana uyarlaması daha da sorunlu ve dolayısıyla zor olmaktadır. [6] Bu nedenle, psikoterapist, varoluşçu bir filozof gibi, subjektif bir düşünür veya somut (konkre) düşünürdür. Varoluşçu filozofun, düşüncenin eşyayı temsil etmesine razı olmadığı gibi, [7] o da formülasyonun danışanı temsil etmesine razı olmaz. Varoluşçu filozofun, varoluştan kopan keyfi kurgular ve tasarımlardan uzak durması gibi, terapist de, danışanın gerçekliğinden kopan kuramsal fantezilerden uzak durur.
Subjektif düşünürün ve terapistin kavraması somut, doğrudan (dolaysız), çıplak yani fenomenolojiktir. Subjektif düşünür kendisini soyut, tümel ve zamandışı kategorilerle değil somut, ferdi ve zaman içinde değişen birisi olarak tanımaya çalışır. Terapist de, örneğin “incinme öfkeye sebep olur” gibi soyut önermelerle danışanına yaklaşmaz, danışanın incinmesini ve öfkesini somut olarak bizzat odada deneyimler. Somut ve subjektif olanı ‘gıyabında içe bakış’ ile deneyimlemeden, zihninde soyut ve objektif temsilcilerine dönüştürmez. Kuramsal bir iddiayı odada kendisi keşfeder ve ancak daha sonra zihnindeki kuramsal bilgi ile karşılaştırma imkanı bulur. Hiçbir zaman danışanın önünde gitmez ve sorularını da kuramsal öngörüye çanak tutacak şekilde sormaz. Soruları hep açık uçlu olmak zorundadır.
Somut ile subjektif ilişki doğrudandır. Terapist “borderline” gibi tümel soyutlamaları öncelikle oda dışında bırakır ve odada sadece fert [8] ile muhatap olur. Soyut ve objektif kavramlar (tümeller) donmuş kalıplardır, yaş almazlar, yani zaman-dışıdırlar. Somut ve subjektif olan fert ise sürekli zaman içindedir; o daha bir şey olmamıştır, henüz olmaktadır, “oluş” halindedir, daha tamamlanmamıştır. Bu nedenle fert için “-dır”lı (İngilizce’de “is”, “are”) cümle kurarken dikkatli olmak gerekir.
Tümel kavramlar ise oluştan (değişim) sıyrılarak donarlar. Konuşmayı mümkün kılmak üzere soyutlama yaparız. Zihne alınan donar, böylece süreç içinde anlamı her an değişen kelimelerle konuşmayız. Kelimenin ifade ettiği kavram artık donmuş, zaman-dışı hale gelmiştir. Peki bu donmuş kavramlarla her an değişim halinde olan dünyayı nasıl ifade edeceğiz? Felsefenin 2500 yıllık bu kadim sorusunun, psikoterapi odasında da karşılığı vardır; donmuş sıfatlarla, oluş halindeki danışanı nasıl tanımlayabiliriz? Danışan her an değişmektedir, fakat formülasyon gözlüğüyle baktığımızda bu değişimi çoğunlukla fark edemeyiz, çünkü formülasyon, terapistin zihnini tek bir noktadan bakmaya zorlar; ve psikoterapide elimizde değişimi ölçen bir cihaz bulunmuyor.
Kavramlar değişim halindeki eşyadan enstantane soyutlamalarla elde edildiği gibi, formülasyon da, değişim halindeki (veya potansiyelindeki) danışandan aynı biçimde elde edilmiştir. Donmuş ontolojik kalıplarla iş görüyor olmak, bazı durumlarda bir sorun olarak ortaya çıkarır. Örneğin, kendimiz veya çevremiz hakkındaki bilgilerimiz sık sık güncellemelere ihtiyaç duyar. Birisi için “o kadar büyüdü mü” diyerek şaşkınlığımızı ifade ederiz. Kendimiz hakkında da, ilk kez “amca” (“teyze”) veya “dede” dendiğinde bir an şaşırırız. İçsel tasarımımız, oluştan çıkarak donmuş ve yaş almamış, dış dünyadaki zamanın geçmesine ve değişime demek ki ayak uyduramamıştır. Söz, yapısı gereği sabittir, değişmez; o söze zihinde karşılık gelen imge de sabitleşir. Yani, bu durumun, dünya ile aramıza sözel bir arayüz (lisan) koymamızla yakından ilgisi vardır. Öyleyse, arayüzün geçirgen olması, psikolojik sağlığın gereklerinden birisidir. Çünkü arayüz her ne kadar zorunlu olsa da, duyusal-duygusal (gerçek) dünya ile zihnimizdeki dünya aramızda bir sapma ortaya çıkarmaktadır. Bu sapmanın minimum olması, yani mümkün olduğunca dış dünyanın ‘yüksek sadakat’ (“HiFi”) ile iç dünyamızda temsil edilmesi gerekir. Dolayısıyla bu sapmanın derecesi, psikolojik bozukluğun derecesini yansıtır. Arayüzün kullanılmadığı yaşantılar yani duyusal-duygusal (gerçek) dünya ile ‘doğrudan’ temas, zihnimizdeki dünyanın sağlamasını yapma imkanı verir ve zihnimizdeki imgelerin güncellenmelerini mümkün kılar. Psikoterapi odasında da aynı şey geçerlidir. Her ne kadar odada iki kişi konuşuyor ise de, gerçekte olan, iki kişinin birbirini deneyimlemesidir. Sözler, sözlük anlamları kadar, bir ‘afekt taşıyıcısı’ olarak değer taşırlar.
Oluşu kavrayamayan soyut düşüncenin duygusuzluğu, insan olmanın getirdiği, acı, ölüm, bunaltı gibi en temel konuları anlamaktan acizdir, çünkü yaşantı kuru teorilere damıtılamaz. Hatta kendi acısını teorik olarak inceleyen kişi, acısının hafiflediğini fark eder, çünkü “an”dan, “varoluş”tan, “oluş”tan kopar; bu onu rahatlatır. Somut-subjektiften, soyut-objektif alana geçmiştir. Kuramcıların önemli bir kısmı, kendi acılarını anlamak için yola çıkmışlar, bu yolda ilerlerken acılarını daha kolay kontrol edebildiklerini görmüşlerdir. Bu şekilde geliştirilen kuramlar, kuramcının, kendi acısını soyutlaması yoluyla ortaya çıkarlar.
Determinizm (belirlenimcilik), soyut-objektif alana aittir. “Subjektiflik” ve sürekli “oluş” doğal olarak belirsizliğe (kesinsizlik) sebep olur. Belirsizliğe tahammül etmek bir hayli zordur. Danışanlar bu belirsizliğe tahammül edemedikleri için, değişim potansiyellerini korumakla birlikte, varoluşlarını dondururlar. Bulundukları donuklukta kendilerini sonsuz bir döngüye sokarlar. Gelecek belirsizdir, yeni oluşlara gebedir, dolayısıyla potansiyellerinin olduğu kadar, tehlikelerinin de sınırı yoktur. Bu durum danışanı dehşete düşürür. Acı da çekse, bildiği acıyı, bilmediği potansiyellere (iyileşme dahil) tercih ederek içsel gelişimini dondurur.
Anne-baba, çocuklarıyla somut ve subjektif olarak ilişki kurmazlarsa, çocuklarda ağır bir tahribata sebep olabilirler. Bu ebeveyn tipi, karşılarındaki somut çocukla değil, zihinlerindeki ‘soyut çocuk’ ile ilişkiye girer. “Çocuk şöyle şöyle olmalıdır, çocuklar şunu şunu severler” gibi düşüncelerle çocuğu kavramsallaştırırlar, yani somut-kişi olmaktan çıkararak kişisizleştirirler (depersonalizasyon). Soyut, objektif, tümel kavramlara göre hareket ederek, çocuğun kendisini (somut biyopsikososyal varlığını) görmezler. Bu görülmemenin maliyeti büyüktür; çarpık ve problemli nesne ilişkilerinin ötesinde, çocuğu parçalanmaya yatkınlaştırır. Bu sebeple parçalanan çocuklarda, anne-babanın gerçekten (fiziksel olarak) görmediğini düşünen alter kişilikler bulunur. Halbuki, çocuk orada, ‘somut’ olarak durmaktadır. ‘Orada durmak’ varoluşçuların diliyle Almancada da+sein (dasein) olarak, Latincede de ex-sistence (existence) olarak ifade edilir. İçerideki (zihindeki) çocukla değil, dışarıdaki (ex-) çocukla, oradaki (da-) çocukla, yani somut varlıkla muhatap olmak gerekir. Dolayısıyla terapist de, danışanı ‘oradaki’ somut birey olarak görmeli, onunla bu şekilde iletişim kurmalıdır. Terapist, kuramlardan edindiği kavramsallaştırmaları kendisine kalkan yaparsa, anne-babanın yaptığı hatayı tekrarlamış olur ve hastanın gelişimsel travması tekrarlanır; fakat yeniden işlemlenmek üzere değil, tersine, daha da pekişmek üzere. Öyleyse bu, psikanalitik, varoluşçu, humanist ve duygu-odaklı terapilerde, yapılan en büyük mesleki hata olmalıdır.
Danışanın subjektivitesi ile karşı karşıya kalmaktan korkan terapist, danışanın duygulanımından, odadaki belirsizlikten, etkinleşecek olan potansiyellerden korkuyor demektir. Böylece etkinleştirmesi gereken potansiyelleri dondurarak, danışana kendisi zarar verdiğini fark edemez. Burada asıl terapi alması gereken kişi terapisttir.
‘Başarılı’ kuramcıların temel özellikleri odada hasta ile yalnız (formülasyonsuz) kalabilmeleridir. Paradoksal gözükse de, onlar bir kuramı yedeklerine alarak odaya girmezler; danışanın subjektifliğinden korkarak kuramsal formülasyondan oluşan bir kalkana ihtiyaç duymazlar. Zaten bu yetileri sayesinde yeni bir kuram geliştirmeleri mümkün olmuştur. Diğer türlü, böyle bir korku, onları ömür boyu başkalarının kuramlarına esir ederek, kendi düşüncelerini gerçekleştirme imkanından mahrum ederdi.
Büyük kuramcılar, zor hastalar ile olan ilişkilerini, seanslardan elde ettikleri paha biçilmez deneyimlerini başkaları ile paylaşabilmek için, kuramsal soyut dile çevirerek ifade eder. Çünkü deneyim, olduğu gibi, aktarılabilir bir şey değildir. Anlaşılabilmesi için, soyut, objektif ve bu sayede uzlaşımsal (konvansiyonel) olan bir dile çevrilmesi gerekir. Danışanın öznelliğini ön plana alan, deneyim-yakın terapi uygulayan psikoterapistler, kuramcının kaleme aldığı bu metindeki kodu daha kolay çözer ve kendi deneyim diline aktarabilirler. Formülasyonu deneyimin önünde tutanlar ise bu kod-çözümünü (decode) gerçekleştiremezler. Soyut-objektif bir dil ile gelen bilgileri, yine aynı alanda, kavramsal olarak işlemleyebilirler. Somut-subjektif deneyim diline (hal dili) aktaramazlar. Böylece, okumak, onları bilgili terapist kılar, fakat deneyimsel alanda yani odada bilgili olmak davranışçı-bilişsel terapiler ve benzerleri dışında, terapötik etkinliği arttırmaz.
Soyut-objektif ‘satır’ları, ‘sadır’larına [9] aktarabilen, yani deneyim-yakın çalışan terapistler ise, böylece kendi terapi pratiklerini, üstadların bu değerli tecrübeleri ile zenginleştirerek, paha biçilmez bir kaynağa ulaşmış olurlar. Okudukları, odadaki deneyim-yakın tutumlarını karartmaz, aksine açılım sağlar.
Bu iki süreç yani deneyimden soyut dile kodlama (coding) ve kodu deneyim diline çevirme (decoding), zaten insanoğlunun kendi zihninde her an gerçekleştirdiği iki işlemleme biçimidir, yani insan buna alışıktır. Ancak bilmek gerekir ki aslolan deneyim yani yaşantıdır. Deneyimi (yaşantı) ifade etme yetisi, birilerine aktarabilmek için vardır. Günlük hayattaki yaşantılarımızı paylaşmak da bir gereksinimdir, karmaşık mesleki ve teknik deneyimlerin paylaşılması da. İnsan beyni, bu iki süreci yürütebilmek için özelleşmiştir. Yüz yıldır, bu iki sürecin sağ ve sol beyin yarıküreleri tarafından yürütüldüğü düşünülmekteydi, ancak bugün bunun o kadar basit olmadığını biliyoruz.
Bu iki süreçten birisine aşırı imtiyaz tanımak, örneğin deneyimi ihmal edip “formülasyon bağımlısı” olmak veya kendisi dışında bir otorite tanımazcasına, başkalarının tecrübelerine başvurmayan, fazla iddialı ve kör bir ‘kuram düşmanlığı’ yapmak, terapiste ait iki uç patolojidir. Sekter bir tutum takınmadan, ne formu kutsayarak kuram fanatiği olmak, ne de amorf bir özgürlük hissine kapılarak herşeyi kendisinin keşfedebileceğine dair, psikoloji tarihinin tüm kazanımlarını görmezden gelmeye kadar giden, omnipotent bir hezeyanın kurbanı olmamak gerekir.
Tüm terapistlerin birinci görevi, öncelikle danışanı anlamaktır; diğer herşey bundan sonra gelir ve danışanı anlayabilmek için, onu gölgede bırakabilecek herşeyin öncelikle paranteze alınması gerekir. Fakat seans esnasında terapistin zihni istemsiz olarak, anlık, oda dışına çıkar. Çünkü insan zihninin en temel özelliği çağrışımdır, engel olmak imkansızdır. Deneyimlenen bir örüntü, daha önceki örnekleri süratle ve istemsiz olarak bilince taşır. Bu anlık kaçışlarda, terapist, kendi geçmiş deneyimlerine ve elbette kitaplarını okuduğu kişilerin aktardıkları deneyimlere gider. Bu çağrışımlar soyut çağrışımlardan çok örüntü çağrışımlarıdır. Gördüğü örüntüyü soyut bir kavram ile etiketleyerek dondurmak yerine, benzer örüntülerin zihne gelmesine izin verilir. Yani terapist de buna mani olmaz, fakat bu kaçışın anlık olmasına itina eder. Zihnin örüntü yakalama (patern recognition) yetisi, terapistin, benzer yaşantılardan, benzer tablolardan yararlanmasını sağlar. Fakat her seferinde odadaki “somut ve biricik yaşantı”ya geri dönülür. Elde edilen bu çağrışımlar bu yaşantıyı gölgelememeli, sadece sorularla terapi gündemine getirilmelidir. Terapistin birden fazla ekolden eğitim almasının bu noktada önemi büyüktür, çünkü diğer türlü hep aynı alanda sorulan sorularla, istemese de danışana bir gündem dayatmış olur. Danışan için anlamı olmayan bir nokta, ısrarla gündeme getirilmeye devam edilirse, bu yaşantıya bir gölge düşmüş demektir. [10]
Odadaki bu anlık kaçışları aşağıdaki gibi şematize edebiliriz.
Terapi odasında aslolan, 1 numara ile gösterilen gerçek ilişkidir. Bu ilişki, somut (zihindeki danışanı veya formülasyonu değil ‘karşıdaki’ danışanı esas alan, dolayısıyıla tümel değil tikel), subjektif (duygu-duygu ilişkisi) ve zaman-içi bir ilişkidir. Hastayı anlamanın biricik yolu, bu fenomenolojik tutumdur. Bu yoksa, hasta kavramsallaştırma yoluyla nesneleştirilmiş demektir. Böyle bir durum, terapistin görme kusuruna denk gelen ‘mentalizasyon’ sorununa işaret eder.
Anlık kaçışlarda, hem örüntü tanıma yoluyla benzer deneyimler karşılaştırılır, hem de gerçek ilişkiden devşirilen malzeme, kodlanarak sözel alanlara girdi sağlar. Örüntülerin karşılaştırılması yine somut-subjektif alanda gerçekleşir. Fakat aynı zamanda soyut-objektif sözel alanlar da devreye girer. Bu alanlardan da tersi yönde, şimdi-ve-burada deneyim diline çevrilen malzeme oda içine taşınır. Bu etkileşimin, deneyimin sözsüz (nonverbal) ve duygulanımsal (afektif) zeminini bozmayacak, çarpıtmayacak derecede olması gerekir. Bu etkileşim, ilişkiye yabancı bir elbise biçmemelidir.
Terapi odasındaki somut ve soyut, öznel ve nesnel geçişler esnasında, terapist bir ipucu bulsa bile, spesifik bir kuramın peşinden koşmamalı, o hastaya özgü kendi modelini geliştirmelidir. Eğer bu model daha önceki örüntülere benziyorsa, terapist bundan yararlanabilir ama kolaycılığa düşerek hastayı o örüntünün içine sıkıştırmaya kalkmamalıdır. Çok işimize yarayan, doğru imiş gibi gözüken bir formülasyonla ilerliyorken bile, terapist danışandan gelenleri, formülasyon gözlüğü ile değil, çıplak olarak karşılamak, danışan ile doğrudan ilişki kurmak zorundadır.
Tek okul tarafından eğitilen terapistlerin odadaki gözlüklerinin kırıcılık indisleri daha yüksek olur. Bu okulun bakış açısının oda içine düşen gölgesi daha koyudur. Terapistin bu bakış açısının etkisinden kendisini kurtararak, bu çarpıtmanın arkasındaki danışanı görebilmesi, zihinselleştirebilmesi de (mentalizasyon) o oranda zorlaşır. Farklı psikoterapi okullarından eğitim alan bir psikoterapist ise, kuramların bakış açılarının göreceli olduğunu yaşayarak öğrenir, hiçbir bakış açısının kendi görüşüne tasallutunu hissetmez. Böylece bütüncül bir bakış açısına sahip olur. Tek okuldan beslenen psikoterapistlerin hayat boyu aldıkları eğitimler, ekolün odaya düşen gölgesini daha da koyulaştırır ve fenomenolojik duruşu imkansız hale getirirken, birden fazla okulun öğrencisi olan terapistler, aldıkları eğitimleri çeşitlendirerek, gözlüğün bu kırıcılığından daha fazla kaçınma imkanına sahip olurlar. Çünkü bir olgunun nasıl birden fazla mercekte farklı görünebileceğini deneyimlediklerinden, hiç bir bakış açısının kendi görüşlerini kısıtlamasına izin vermeme imkanına sahip olabilirler. Böylece diğerlerinin tersine, hayat boyu süren eğitimlerle, deneyimlerini, kavrayışlarını hayat boyu sürekli genişletmek imkanına sahip olacaklardır. Fakat hazmedilmeyen bir eğitim çeşitliliğinin, kırıcılık indisini azaltmak bir tarafa, odada bir yönelim bozukluğuna, danışanın fenomenolojik görüntüsünün büsbütün kaybedilmesine sabep olması kaçınılmaz olur.
Psikanaliz ve psikanalitik psikoterapiler, fenomenolojik bakış açısından sıklıkla eleştirilen bir geçmişe sahiptirler. ‘Kuramcının zihnindeki senaryo’yu danışana zorla giydirmekle itham edilirler. Ancak yüzyılı aşkın bir zaman içinde büyük değişikliklere uğramış ve çeşitlenmişlerdir. Klasik psikanalizin temel varsayımlarına empirik destek sağlaması düşünülen gelişim kuramları, zaman içinde bu varsayımları çürütmeye başlayan bağımsız bir disiplin olma yolunda ilerlemeye başlamıştır. Bu durum, tek kişilik terapilerden iki kişilik terapilere geçişi hızlandırmıştır. Psikanalitik akım başlangıçta fenomenolojik yaklaşıma oldukça mesafeli iken, bugün fenomenoloji çağdaş psikanaliz tarafından absorbe edilmiştir.
Psikoterapi çeşitlerinin enflasyonunda, gelişim kuramları ve nörobiyoloji, şimdiden hakem rolü oynamaya başladılar. Önümüzdeki dönemde bu önemli görev giderek daha da pekişecektir. Bu süre zarfında, gelişimsel nörobiyolojiden gelişimsel psikolojiye bir köprü kurulması ve zamanla gelişimsel nörobiyolojinin gelişimsel psikolojiyi kapsaması ile psikoterapi alanının temel iskeleti ortaya çıkmış olacaktır. Bugün 500’den fazla psikoterapi formundan bahsedilmesinin sebebi, bu sahanın bilimsel bir omurgadan yoksun olması ile ilgili olmalıdır. Beklenen gelişme gerçekleştiğinde sadece kanıta dayalı ölçümlerin yapılabilmesinin ötesinde, yani empirik verilerin sağlanmasının yanında, bu disiplin rasyonel bir zemine de oturmuş olacaktır. Şu anda gelişimsel nörobiyolojik verilere ev sahipliği yapacak rasyonel bir zemin henüz ortaya çıkarılabilmiş değildir. Elinizde tuttuğunuz bu kitap, yolunuzu kaybetmeden bu gelişmeleri takip edebilmeniz için kısa kılavuz olma niteliği de taşımaktadır.
―
"Çorak, A (2020). Sonsöz Yerine. İçinde: F. Pulat. Psikoterapinin Sonsuz Yolculuğu. İstanbul: Kanon Kitap"
olarak yayınlanmıştır.
Dipnotlar
[1] “Karşıda duran” ifadesi önemlidir, çünkü somut bireye işaret eder. Da: karşıda, Sein: olmak kelimelerinden ‘Dasein’ terimi üretilmiştir.
[2] İnsan düşüncesinin bu eğilimini, ilk kez Parmenides (M.Ö. 6. yy) dile getirmiştir. En önemli temsilcisi ise Platon’dur (Eflatun). İlk itiraz ise Herakleitos’tan (M.Ö. 6. yy) gelmiştir. Bu geleneğin de en önemli temsilcisi Protagorastır. Benzer şekilde, Descartes’ın insanı akli olarak sistemleştirme gayretlerine Pascal, Hegel’in gayretlerine Schopenhauer karşı çıkar. Karşı konulan bu çizgide insan salt bir yan üründür; evren kurulur, insana bu projede bir yer bulunur. Bu karşı koyma geleneği 19. Yüzyılda Dilthey, Nietzche, Kierkegaard gibi düşünürlerle devam eder, 20. Yüzyılda ise bunların arasındaki önemli bir grup ‘varoluşçu’ adını alır.
[3] Öngörme isteğinin Batı Bilimi’nin en önemli itici gücü olduğu bu bilimin kurucuları tarafından ifade edilmiştir.
[4] Obsesif kompulsif kişilik bozukluğuna (OKKB) sahip bireylerin bir bölümünde, altta yatan kaotik ve amorf, dolayısıyla ‘öngörülemez potansiyel bir etkinliği’ dizginleyerek zapturapt altına alma çabası bulunur. James F. Masterson da, ilk sınıflandırmasında OKKB’yi borderline kişilik bozukluğunun alt türü olarak kabul ediyordu.
[5] Erikson’a göre bu kişiler ilk 2 yılda kazanılması gereken temel güveni ve geleceğe yönelik ümit besleme hissini kaybetmişlerdir. Normalde bebek bu dönemde, memeyi emince süt geleceğini, anneye gülünce annenin de ona güleceğini, anneyi çağırınca annenin ona cevap vereceğini bilir. Zaman zaman kopmalar (rupture) olsa da, bu durumlar empatik anne tarafından tamir (repair) edilir. Bebek sürekli olarak hayal kırıklığına uğrarsa ümidini kaybeder. Anneye olan güveni de tahrip edilmiştir. Güvensizlik, ümitsizlik ve gelecek korkusu birlikte ve iç içe ortaya çıkarlar. Bu da, geleceği öngörmeye yönelik çılgınca bir faaliyete yol açar. Bu kişilerde duyusal uyumsuzluk görülür. Geleceği deneyimleyeceği en temel enstrüman olan duyularına bu sebeple güvenemez ve deneyimlemeyi azaltmak ve kontrol altına almak üzere içe çekilir.
[6] Ancak deneyimli ve bilge süpervizörler, somut ve subjektif olan seans deşifre edilerek ona sunulduğunda (hatta başka bir dile çevrildiğinde), örneğin odadaki subjektifliğin yetersiz olduğunu hissedebilirler.
[7] Varoluşçu filozoflar bu yüzden sık sık düşünce düşmanı hatta bilim düşmanı gibi algılanmışlardır.
[8] Fert, burada tümelin zıddıdır (tikel). Ayrılma bireyleşme süreçlerine atıfta bulunmamak için birey kelimesi kullanılmamıştır.
[9] Soyut-objektif metinlerin okunarak aktarılması gelenekte “satırdan satıra”, sözsüz deneyimlerin aktarılması ise “sadırdan sadıra” terimleriyle ifade edilir. Burada ise kodlama ‘sadırdan satıra’, kod-çözümü (decode) ise ‘satırdan sadıra’ gerçekleşmektedir. Yazılı metinlerin, ‘sadırdan sadıra’ aktarımda aracı olabilmesi paradoksal gözükse de, her kültürden mistik deneyimlerin aktarılmasında kitapların da kullanılması önemli bir ipucudur. Çünkü mistik deneyimler de, sözsüz ve yaşantısal tecrübelerdir. Deneyim-yakın çalışan terapistler, yazılı metinlerde kodlanmış bulunan sözsüz yaşantıları deşifre edebilme yetisine sahiptirler. Bunu bir kanıtı da, yurtdışındaki süpervizörlere, üstelik başka bir dile çevrilerek gönderilen yazılı metinlere, süpervizörlerin sanki seansta imişçesine verdikleri anlamlı cevaplardır. Ayrıca terapist-danışan arasındaki ilişkinin terapist-süpervizör arasında da canlanması ile ortaya çıkan ve “paralel süreç” adı verilen olgu da, sözsüz deneyimin başarılı bir biçimde aktarılabildiğinin göstergesidir. Böyle bir iletişim, empati yetisine sahip, deneyim-yakın çalışan yani ‘hal’den anlayan terapistler arasında gerçekleşebilir.
[10] Bazı psikanalitik okullar, bu sorularda ısrar ederek, odadaki yaşantıya sürprizbozan (spoiler) enjekte ederler. Oysa, terapinin sonu, hem terapist hem de danışan için sürpriz niteliğini koruması gerekir.